6 Aralık 2012 Perşembe

Resimde Zeytin


Zeytin toplayıcıları 
Ressam: Sema Çulam

11 Kasım 2012 Pazar

Bir sonbahar daha

Uzun süren bir yaz döneminden sonra, can veren yağmurlarla sonbahar nihayet geldi buralara... Kimileri yalancı bahar olarak adlandırsa da benim için dolu dolu ikinci bahar sonbahar Ege'de...

Geçen ay, yazmayı çok isteyip de vakit bulamadığım bir olay oldu bahçemizde. Yaban domuzunun biri, bahçeyi dağıttı. Nihayet kendini bulmaya başlayan domatesler, son yeşil domateslerini veremeden tarih oldular, yanlarında patlıcanlar ve biberlerle birlikte... Bir yaban domuzu tek başına koca bir bahçeyi dümdüz edebiliyormuş, bunu öğrendik. İlk tepkim, "onun da yemeğe ihtiyacı var" olsa da, öğrendim ki, sevgili yaban domuzumuzun amacı, o bitkileri yemek değil, sulanan toprakta bol bulunan solucanlara ulaşmakmış... Kısmet işte. onun karnı doydu, bizim bahçemiz erken de olsa kışa hazırlandı.

Çoğu şehirli arkadaşımın hayallerini süsleyen bir köye yerleşme projesinin hesapta olmayan parçalarından biri yaban domuzu, diğer parçalar ise tilki, sansar ve börtü böcek sanırım... Doğal hayatın diğer parçaları. Bana onlardan korkmuyor musun diye soranlara cevabım şu: Burası onların alanı, buraya gelmeyi sonradan seçen insanoğlu. Bu durumda anlaşmak en doğrusu...

Bu sene biraz daha çeşitlendirmeye niyetlendik kış sebzelerini, kereviz ve pırasaya ek olarak kara lahana ve brokoli de giriyor deneme listesine. Merakla bekliyorum sonuçları.

Domuzun insafına kalan tek parça bal kabakları büyümeye devam ediyor, ikisi sararmış, biri hala yeşil.


Neyse gelelim ikinci bahar tarafına yazının... Ilık ve yağışlı bir dönemin ardından kasımpatları ile birlikte sarı papatyalar, dağ papatyaları ve ismini aklımda tutamadığım buranın yerel turuncu papatyaları çiçeklenmiş... Ayrıca önümüzü yaz zannedenler de olmuş, sevgili leylağımız ve gül hatmi ile petunyalar, aslanağızları da çiçeklerini açıvermişler. Hindibalar, her daim açmaya hazır halleri ile duvarlardan bile fışkırmışlar.

Bir de fulyalar, frezyalar ve sümbüller var tabii... Kışın içinde baharı müjdeleyen o müthiş çiçekler soğanlarından başlarını çıkartıp yeşillenmişler bile...

Yani bahçenin üst tarafı tam bir bahar havasında... Oysa içerde soba yanmaya başladı. Soba üstü çaydanlığım yazın kaldırdığım köşesinden göz kırpıyor bana...

20 Temmuz 2012 Cuma

Acurlar oldu... Kavanozlara doldu...

Yazın bunaltıcı sıcak günlerinden merhaba...

Ben bahçeye dikmeyi akıl edememiş olsam da komşularım sağ olsunlar acur getirmişler bahçelerinden yeni mahsül, benden aldıkları kayısıların karşılığında...

Dışarıda severek yerim de, kendim yapmak nasip olmamıştı daha önce, acur turşusu kurdum bu yaz ilk defa...

Acurları yıkayıp doğradım. Temiz kavanozlara yerleştirdim. Sonra dolabı kurcaladım, bir adet kapya biber ve 3 adet de fındık turp buldum, onları da yıkayıp dilimledim ve kavanozlara paylaştırdım. Her bir kavanoza iri birer diş sarımsak ekledim ve son dokunuş olarak da birer sap biberiye. eğer evinizde varsa kereviz sapı da çok yakışıyor turşulara, tavsiye ederim.

Sıra geldi turşu suyuna. Ben genellikle turşu suyunu önceden hazırlayıp evde bulunduruyorum, fazla sebzeleri, dışardan söylenen yemeklerin yanında gelen, havuç, turp gibi ürünleri bir kavanoza doldurup turşuyu anında kuruveriyorum, çok pratik oluyor.

Turşu suyu için arzu ederseniz Dr. Oetker'in Turşukur'unu kullanabilirsiniz, ya da kendiniz evde hazırlayabilirsiniz. Tarif kabaca şöyle:

1 çay bardağı kalın tuz
1 su bardağı sirke
10 tane kadar nohut
1 tatlı kaşığı şeker
2,5 litre kaynatılıp soğutulmuş su

Keyfinize göre sirke miktarını arttırabilir ya da limon suyu ilave edebilirsiniz. Yine tane karabiber, kişniş gibi baharatlar ekleyebilirsiniz. Nohut mayalanmasına yardım için konuyor, evde  yoksa kullanmasanız da olabilir.

Hazırladığınız turşu suyunu kavanozlara boşaltın, ağızlarını sıkıca kapatıp güneş almayan bir yerde bekletin. Turşunuz 2-3 hafta içinde hazır olacaktır. Eğer biber turşusu yapacaksanız, biberleri önce iğne ile birkaç yerinden delin. Lahana için de gaz oluşumu olacağından 2-3 günde bir kavanozu sallayıp kapağı açarak çıkan gazı boşaltın.

Kullandığınız kavanoz kapaklarının temiz ve passız olması çok önemli, bunu mutlaka kontrol edin ve gerekiyorsa yeni kapak satın alın. Sirke asitli olduğundan kapaklarınızı daha da eskitecektir.

Afiyet olsun.

10 Haziran 2012 Pazar

Resmen Yaz Geldi

Havalar 30 derecenin üstüne çıktı, ağaçlarda çiçeklerin yerini meyveler aldı. Bademler mesela, çağla konumundan çıktılar... Meyveler ballandıkça yoğun bir arı vızıltısı da yerini aldı bahçede... Dün akşam sezonun ilk semizotunu topladım mesela, sarımsaklı yoğurtla karıştı, nefis bir salata olarak yerini aldı sofrada...

Girit kabakları çoktan mahsül veriyor... Doğa yapacağını yapıyor yine, biz burada olsak da olmasak da... Tek istediği biraz su takviyesi, onu da komşular hallediyor sağ olsunlar...

Evde yeşillenen soğanları balkon saksısına sokuşturuvermiştim geçen ay, onları biçip duruyordum arada, fonksiyonel geldi, görsel olmasa da, bir saksının yanına adaçayı diktim, diğerine biberiye... Çok keyifliler onlar da. Hatta, 1-2 biber çekirdeği de gömüvermiştim, onlar da filizlenmiş o saksılarda, ayırıp bahçeye almalı haftaya...
Taze soğanlar ve biberiye

Adaçayı

Bademlerin gölgesine salıncağımızı kurduk dün. Oğlum çıkardı tadını, ben vakit bulamadım henüz... Verandadaki sedire minderi attım, bir fincan kahvemle oraya kuruldum kahvaltı sonrası...

Güllerin yapraklarını topladım yine geçen haftalarda, biraz da gelincik ile karıştırıp reçel yaptık, kıpkırmızı ama nefis gül kokulu bir reçel...

Velhasıl, dağlarına bile yaz geldi memleketimin...

26 Mayıs 2012 Cumartesi

İzmir'den Efsane Geçti

17 Mayıs akşamı Buzbağ Şarapları'nın İzmir'deki "Efsane Gurmelerini Arıyor" etkinliğine davetliydik. Sevgili Zeynep Braggiotti'nin moderatörlüğünde,  Kayra Wine Center müdürü ve şarap eğitmeni Cüneyt Bey’in eşsiz ve bilgilendirici sohbeti eşliğinde Buzbağ'ın nefis şaraplarını tatmak fırsatı bulduk.

Anadolu'nun üzümlerinin yine Anadolu'nun diğer lezzetleri ile uyumunu keşfederken aynı zamanda şarap tadımının bazı detaylarını da öğrendik.

Benim gibi, son zamanlarda dikkatini zeytinyağı tadımı üzerine yoğunlaştırmış biri için çok farklı aynı zamanda bir o kadar da keyifli bir tecrübeydi doğrusu. Zeytinyağı'ndan farklı olarak şarap tadımı gözle - gözlemle başlıyor her şeyden önce... Cüneyt Bey'in anlatımı ile tıpkı doğada olduğu gibi... Şarabın rengi ve berraklığı, kalitesi hakkında pek çok bilgi verebiliyor. Zeytinyağında tortu tazeliğe gönderme yaparken, şarapta olgunluğun göstergesi olabiliyor mesela... 

Görsellik adımını geçtiğimizde iki efsanevi sıvı aynı önemli noktada buluşuyor: KOKU

İlk burunda olduğu kadar nazal kanallardan alınan koku da ağzınızdaki sıvı hakkında çok farklı bilgiler veriyor. Yine dil üzerindeki farklı alanların kullanımı söz konusu şarapta, dikkatin dil üzerinde daha fazla yoğunlaştırılması gerekiyor. Sanırım bu yöntemi zeytinyağı tadımlarımda da kullanacağım bundan sonra.

Her tadım ayrı bir yolculuk, her tadım farklı bir deneyim, her deneyim bir ilerleme ve uzmanlığa giden patika... Tıpkı zeytinyağında olduğu gibi şarap da farklı derinliği olan bir konu, insanlar yıllarını veriyor tanımak, tanışmak, anlamak için... Bu anlamda şarap tadımına ufak bir başlangıç yapmış olduk en fazla...

Nazik ev sahipliği içi Zeynep Hanım'a, engin bilgilerinden faydalanmamız lütfunda bulunduğu için Cüneyt Bey'e ve bu keyifli organizasyon için Buzbağ Marka Müdürü Ahmet Yüce'ye teşekkür etmek istiyorum. İtalyanların deyimi ile "olio nuovo, vino vecchio"dan ileri geçebilir miyim bilemiyorum ilerleyen yıllarda. Yıllar içinde zeytinyağı üreticilerinin de bu tatta aktiviteler üretmesini temenni ediyorum.

Teşekkürler Buzbağ

8 Mayıs 2012 Salı

Koku ya da İlk Gençliğim’den İstanbul Anıları


Yıllar önce, ilk gençliğimde İstanbul’da Anadolu Yakası’nda Beyaz Leylaklı sokakta oturmuştum bir yıl kadar… Leylakların baş döndürücü kokusu ile tanışmam bu dönemde oldu. Tabii ki daha önce de koklamıştım leylakları, ama onların işbirliği içinde, insanın aklını başından alan, denetimsiz kokularını bu sokakta yaşadım demeliyim, daha doğrusu.

Nisan – Mayıs aylarında başlayan bu çılgınlık, mevsim yaza döndüğünde yerini ıhlamurların baygın kokusuna bırakırdı sokağımızda.  Sanki kısa boylu, şeytani leylakların yanında daha ayakları yere basan ıhlamur ağaçları mevsim değişip havalar ısındığında akıllarının bir karıştan çok daha fazla havada olduğunu ispatlamak istercesine patlatırlardı çiçeklerini… Ve o güzelim ıhlamur çiçekleri, sanki bütün sene rayihalarını içlerinde tutmuş da, aylarca leylakları kıskançlıkla takip etmişler gibi salardı kokularını yol boyunca… Hele gün akşama döndüğünde kendinizden geçmeden adım atamazdınız sokakta… Her bir adım farklı bir deneyim olur, hayaller içinde ilerlerdiniz… Eve mi gidiyorsunuz, masal dünyasına mı karışırdı kafanız daha birkaç adım içinde…
Bundan mıydı acaba, her defasında ekmek almayı unutuşum eve dönerken, kim bilir?

Geçen zaman içinde, ben İstanbul’u terk ettim, Ege’de buldum kendimi… Hiç özlemedim İstanbul’u ilk başlarda. Portakalların, limonların çiçeklerine bıraktım bahar sevincimi… Yaseminlerin çılgınlığı, melisaların arsızlığı ile oyaladım yaz gecelerimi. Sonra bir ilkbahar sabahı erguvanları aramaya başladı gözüm ağaçlar arasında…  Necati Cumalı’nın Güneş Özlemi şiirindeki deli erguvanlar, yüreğimdeki bahçede ilk başını gösteren anıydı İstanbul’dan… Fark ettim ki, Ege’de de aynı derecede deli tüm erguvanlar, yatıştı yüreğim…
Yine de köydeki bahçemde, her türlü meyve ağacının arasında, manzaramın göz ucundaki erguvan ağacı hepten su serpti içime… Lakin bir süre… Bir süre sonra bahçemde olmayan iki ağacı daha fark ettim… Beni o ilk gençliğime götürecek iki yaramazı… Leylak ve Ihlamur tabii ki…

Derhal, ikisine de birer yer açtım bahçemde, tıpkı yüreğimde paylaştıkları yer gibi… Sonra da yeşermeye bıraktım o umutları bahçenin iki ayrı yakasında…
Nihayet bu sene, gözünün içine baktığım iki yürek sürgünümden ilki, yani leylaklarım coşturdu beni, kendi çiçeklenişi ile… Öylesine güzel, öylesine çılgın, öylesine vurdumduymaz…  Sanki hiç umrunda değilmiş de, öylesine salıvermiş gibi gönlündekileri…

O leylakları kokladıkça daha bir anladım, Alman yazar Patrick Süskind’in Koku (das Parfum) isimli ilk romanındaki (Can Yayınları, ISBN: 9789755100593) kahramanı Jean-Baptiste Grenouille’in deliliğini, hepsi benim olmalıydı o kokuların, sonsuza kadar… Parfüm yapımını mı öğrenmeliyim?

Evet, sevgili minik ıhlamur ağacım, şimdi gözüm senin üstünde… Öyle fütursuzca bakma bana… Adım adım yaklaşıyor senin de zamanın… 

22 Nisan 2012 Pazar

Gelincik şerbeti

Köyümüzde ilk yazımızı geçirdiğimiz sene, bahçemiz bizi gelinciklerle mutlu etmişti. İşte o güzelim gelincik tarlasına bakarken aklıma geldi ilk gelincik şerbeti yapmak. Çok küçük yaşlarımdan kalma, hiç tatmadığım, ama aklımın bir kenarına kazınmış bir kavramdı gelincik şerbeti benim için... Hemen internete gömüldüm ve tarifler aradım...

Pek çok alternatif vardı, bunlardan bazıları kaynatmalıydı, onları eledim hemen listemden... Kaynatmak yeterince doğal gelmiyor bana, başka çare olduğu sürece...

Gelelim benim tarifime... Tabii ölçülü biçili bir şey değil, biraz göz kararı, biraz damak zevki...

Bahçeden gelincik yaprakları toplanır. Tozları gitsin diye biraz suya konur. Bir kavanozun içinde şekerli su hazırlanır. Ben şeker iyi eriyebilsin diye ılık su kullanıyorum. Kabaca 10-12 adet gelincik için 500 ml su diye düşünebilirsiniz. Bu şekerli karışıma bir limonun suyunu da sıkarak ilave ediyorum. Ekşilik oranını da yine damak zevkinize göre ayarlayabilirsiniz.



Bu defa bahçede bir tane de reçellik gül açmıştı, ben onun yapraklarını da ekledim. Aynı yöntemle gül şerbeti de hazırlayabilirsiniz.

Neyse, hazırladığımız sıvıya, gelincik ve gül yapraklarını ekliyoruz, kavanozumuzun ağzını güzelce kapatıyoruz. Bundan sonra arada kavanozu arada çalkalayarak beklemekten başka yapacak bir şey kalmıyor bize. Gelincik yapraklarının rengi beyaza dönene kadar, yani yaklaşık 6-8 saat bekliyoruz. Yapraklar tüm renklerini saldığında şerbetimiz hazırdır. Süzerek soğuk servis yapabilirsiniz.

Afiyet olsun... :)

Görsel: http://barbabietolaa.blogspot.com ve Pinterest.com

19 Nisan 2012 Perşembe

Yeni yazılar, seyahatler, ekşi maya

Bir süredir bu blogu ihmal etmişim, şimdi fark ettim... Hasat sonrası günlerde zeytinyağı tadımları, sınıflaması, taşınması, derken bir de İstanbul seyahati girince araya böyle oluverdi işte... Ama geçen günler bir anlamda verimli de geçti... Bu arada Zinde Türkiye'de yeni bir yazım daha yayınlandı... Konu, zeytinyağı nasıl saklanmalıdır? Sanırım yaz öncesi herkesin okuması gereken bir yazı oldu... Zira malum, zeytinyağının baş düşmanlarından biri sıcaklar...

Yine İstanbul'dayken sevgili kuzenim ile bir röportaj yaptık ve bu yazı da Alternatif Anne dergisinde yayınlandı. Onu da buradan paylaşmak isterim. (fotoğrafa tıklayabilirsiniz)


Bir de ekşi maya denemelerim var son zamanlarda, ama hala istediğim kesin sonuçlara ulaşamadığım için buradan henüz tarif paylaşmak istemiyorum. Yazın sanırım bol bol vaktim olacak daha fazla deneme için... Yine de ekmek yoğurmanın tam bir meditasyon olduğu düşüncem, son bir ayda hepten pekişti desem yeterli olacaktır sanırım şimdilik... Ekşi mayam 5. defadır kullanımda, hala kullanılabilir halde, bu da iyiye işaret.

Şimdi sırada Olivetech fuarı var. Bugün başladı, ancak biz sanırım cumartesi gidebileceğiz ziyarete... Heyecanla bekliyorum.

Fotoğraflar: http://www.40firinekmek.com
http://www.klasiktatlar.com

4 Nisan 2012 Çarşamba

ZT dergisindeki yeni yazım...

Küçüklüğümden beri çok severim zeytin ağacını… O iri, delik deşik gövdesini, aşı yerinden çıkan yumrularını, kadife gibi yapraklarının değişen rengini, yaz kış yeşil oluşunu hep severim. Nasıl Nazım Usta çınar ağacı ise Gülhane Parkı’nda, ben de zeytin ağacıyım sanırım Ege’nin bir dağ kasabasında…



Yazının devamını okumak için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz...



29 Mart 2012 Perşembe

Bal kabağı hikayesi

İki senedir bahçeye bal kabağı ekiyoruz... Diğer sebzeler gibi normalde bir pişirimlik aldığımız bal kabağı da bol miktarda ürün verince, alternatif tatlar araştırmalarıma konu oldu.

Kabak tatlısını çok sevsem de, kilolarca kabak tatlısı tüketmek için hevesim yok.

İlk denemem, köydekilerin tarifi ile salçalı yemeğini yapmak oldu. Pek tutmadım ama... Domatesin ekşisi ile kabağa has tatlılığı birbirine yakıştırmadım.

Aklıma gelen seçenekler ve denemelerim için de en başarılı bulduklarımı sizlerle paylaşmak istedim. Tabii ki ilk tarif bal kabağı çorbası.

Malzemeler:
1 büyük kuru soğan
2 diş sarımsak
1 adet iri havuç
2 dilim bal kabağı
1 tatlı kaşığı biber salçası
1 su bardağı süt
et suyu ve su
tuz
çeşitli ot ve baharatlar
Divolio zeytinyağı

Yapılışı:
Soğanı ve sarımsağı doğrayıp zeytinyağında kavurun. Havuçları ekleyip kavurmaya devam edin. Küçük küçük doğradığınız kabakları ekleyin. Biber salçasını karıştırın. Daha sonra süt ve suyu ilave edin. Baharat olarak ben reyhan ve rezene tohumunu kullandım, çok yakıştı. (Başka bir defa da çok az tarçın eklemiştim, o da hoş oldu, ama daha tatlımsı kaldı tat) Son olarak tuzu da ekleyip düdüklüde 20 dakika pişirin. Piştikten sonra el blendırından geçirin.

Çok sağlıklı ve lezzetli bir çorba oluyor. Tavsiye ederim.

Çok başarılı ve ev halkının tümü tarafından sevilen bir tarif ise Sibel'den geldi.

Bal kabaklarını patates kızartmasından biraz iri doğrayıp tuzlu una bulayarak kızartıyorsunuz. Sibel'in tarifinde sarımsaklı yoğurt ile servis yapılıyor, ama biz ona gerek kalmadan yuttuk resmen... Kızartma ilk tercihimiz olmasa da arada yenmesi gereken bir yemek bu.

Kalan kabakları ise reçel yaptık. Bir kısmını ayva ile karıştırarak, bir kısmını ise direk marmelat olarak... Reçel seviyorsanız tavsiye ederim.

Böylece bu seneki kabak maceramızı da kapatmış olduk... Seneye Allah kerim...

22 Mart 2012 Perşembe

Focaccia

Focaccia bir çeşit İtalyan pidesi, benim onunla ilk tanışmam Floransa'da, Santa Croce meydanındaki pazarda olmuştu. Pazarcılardan aldığımız zeytin, turşu gibi atıştırmalıkların yanında birer dilim de Focaccia yemiştik.

O zamandan beri aklıma geldikçe derin bir "aaaahhhh" çekmeden duramam...

Bugün nihayet o fırsatı bulduk ve eşimin İtalya'da yemek kursunda öğrendiği tarifi evde pişirebildik.

İşte o tarif:

Malzemeler:


- 5 g instant ya da 20 g yaş maya
- 550 ml su (oda sıcaklığında)
- 300 g yüksek glutenli un (maalesef marketlerde böyle bir un bulunmadığı için tamamında beyaz un kullandık biz)
- 700 g beyaz un
- 25 g şeker
- 60 - 80 g zeytinyağı
- 20 g tuz

Yapılışı:


Tuz hariç tüm malzemeleri elde 20 dakika kadar yoğurun. Tuzu da ekleyerek 2 dakika daha yoğurun. Derin bir kaba koyarak üstünü strech film ile kapatın ve ılık bir ortamda mayalanmaya bırakın. Hamur 2 katına çıktığında (yaklaşık 2 saat sonra) fırın tepsisine parmaklarınızla yayın ve 30 dakika daha bekletin.

Fırına vermeden önce üzerinde parmaklarınızla oyuklar oluşturun (bizim ramazan pidelerinde olduğu gibi). Taze adaçayı, biberiye yaprakları ve deniz tuzu ile süsleyin, biraz da zeytinyağı gezdirin. 200o C fırında 18 dakika pişirin.

Focaccia için hazırladığınız hamuru aynı zamanda pizza hamuru olarak da kullanabilirsiniz. Bu durumda mayalanmış hamuru daha ince açarak üzerine domates sosu, zeytinyağı ve kekik karışımı sürün. Mozarella dilimleri ve istediğiniz malzemelerle süsleyin. 200o C fırında 15 dakika pişirerek servis yapın.

25 Şubat 2012 Cumartesi

Bahar geldi bile...

Güneş yüzünü gösterdi bizim dağlarda bugün... Nefis bir hava... Soba, "beni yakma bugün" dedi... Kafamı kapıdan uzattım, bahçe yemyeşil... Henüz çılgıncasına açmadılarsa da, papatyalar boy göstermiş, "topla beni" çağrısına karşı koyamadım, ufacık bir demet yapıverdim.

Mis gibi kokan mayıs papatyalarındansa, bu iri iri çiçekler her zaman heyecanlandırmıştır beni, baharın ilk müjdecisidirler çünkü... Bırakın yazın sıcağını, baharın ilk ılık günlerini bile beklemezler açmak için.

Bahçemizde 2 tane yaşını başına almış badem ağacı var, daha önce de paylaşmıştım. Bir de çocukları oldu, alt merdivenden bir sürpriz gibi başını uzattı 2-3 bahar önce... Nispeten daha korunaklı bir yerde, güneş görüyor da rüzgar almıyor pek... Bir baktım o da açmış çiçeklerini... Daha ne isterim. "Merhaba" dedim ona da.

Fulyalar açmadı bu sene, sanırım havanın mevsim normallerinin altında gitmesinden... Umudum frezyalarda, ama göreceğiz birkaç hafta içinde.

Her neyse, kışı çok güzel geçirdik ya, baharın gelmesinde bile bir hüzün buldum kendime... Sobanın üzerinde her daim demli çaya veda etme vakti geldi. O keyfi Ahmet Telli ile uğurlamalıyım en güzeli, bir sonraki kışa kadar:



Hiç kimse bir aşkı
Onarmaya kalkmasın
Kaybedilmeye değer
En güzel anında bitirilmişse eğer


Baharımız da kışımız kadar güzel geçsin...

3 Şubat 2012 Cuma

HER GÜN YAŞAMAK



















Işıklı günlerinde düşün,
memleketini, dostlarını, sevgilini,
onlarla kal, dinlen
bırak kendinden bir şeyler,
bir mağlup akşamın mahzunluğu
silinsin gözlerinden.
Bir kavga sonunu unut.
sen maceralar peşinde değil,
umutsuz bir yolculukta değilsin.
Yaşamak sadece sevmektir, inan bana.
Sevmeyenler dünyamızda yaşamıyor.
Yaşamak suda, toprakta, insanlarda görünerek;
bir zeytin ağacı gibi.
Bir zeytin ağacı gibi, ne güzel
denize yakın olacaksın,
uzayan dallarında, yapraklarında ışık
ta derinlerde köklerin.
Bir zeytin ağacı gibi, bin yıl severek
yaşamak her gün...

Bu şiiri hatırlattığı için http://egedeatelye.blogspot.com'a, fotoğraf için  Aceite de Oliva  FB sayfasına teşekkür ederim.

31 Ocak 2012 Salı

Zeytinlik



Kurşunî yapraklar altında çıktı yukarlara 
kurşunî hep ve zeytinliklere karışırcasına; 
toza belenmiş alnını gömdü sonra 
kızgın elinin tozluluğuna. 

Hepsinden sonra bu. İşte buydu sonu. 
Gözlerim körleşirken gitmeliyim ben; 
neden istiyorsun bunu, var olduğunu 
neden söyliyeyim, seni artık bulamazken. 

Artık bulamıyorum seni bende, hayır. 
Başkalarında da. Bu taşta da yoksun sen. 
Artık bulamıyorum seni. Yalnızım ben. 

Bütün insanlığın acısıyla yalnızım, 
onu seninle hafifletmek için omuzlamıştım; 
oysa yoksun, adsız utanç, sen... 

Sonradan anlatıldı: “Bir melek geldi derken...” 

Ne meleği? Ah geceydi gelen 
ağaçlarda yaprakları ilgisizce kımıldatarak. 
Havarilerse düşlerinde sıçradılar ancak. 
Ne meleği? Ah geceydi gelen. 

Görülmemiş bir gece değildi gelen gece; 
onun gibi yüzlercesi geçip gider. 
Sonra köpekler uyur, taşlar durur öylece. 
Ah yaslı bir gece, ah herhangi bir gece 
tekrar sabahın olmasını bekleyen. 

Melekler böyle yakaranlara gelmez çünkü, 
geceler genişlemez bunların çevresinde. 
Kendini kaybedenleri her şey bırakır yüzüstü; 
babalar onları terkederler, 
kapanır onlara analar rahmi de. 

Rainer Maria Rilke 
(Çev: A.Turan Oflazoğlu)

29 Ocak 2012 Pazar

İzmir On The Rocks


Yazılarımı yayınlamaya başlayan bir diğer mecra da www.izmirontherocks.com. Ayhan Sicimoğlu, Kerem Görsev, Stefanı D'Anna, Oğuz Makal gibi isimlerin fikirlerini paylaştığı sitede artık benim de yazılarımı okuyabilirsiniz.

İşte ilk yazım:


Afiyetle okuyun ve keyifle tabii... 

Artık Zinde Türkiye Dergisi'ndeyim...


Son zamanlarda bazı gelişmeler oluyor. Blog ve FB'taki yazılarımı takip eden Zinde Türkiye Sağlıklı Yaşam ve Spor Dergisi'nin yazarı oldum.

Evet, uzun süredir yazıyorum. Bloglarımda belli sayıda takipçilerim var. Yine de amatör yazılarımın beğenilmesi ve yayın boyutunda değerlendirilmesi gururumu okşadı...

Sizler de keyifle okursunuz umarım:


Zeytinyağının Kalitesini Ölçmek İçin: Tadım


Sevgiyle,
Bahar

25 Ocak 2012 Çarşamba

Bu arada battaniye...

Kısmet demiştim, işte çektim. İlk battaniyenin fotoğrafını paylaşıyorum.

Sevgiyle,

Doğanın vaadi

Aslında söyleyecek fazla da birşey yok, fotoğraflar kendileri anlatıyor zaten... Aylardan ocak ve doğa daha şimdiden müjdeliyor bize baharın geldiğini... Tabii ki ilk ses veren Aziz Nesin'in meşhur aptal arkadaşı BADEM ağacı... Kabarmış tomurcukları ile patlatma vaadinde ilk bahar çiçeklerini, bir yarışmaya katılırcasına... Tatlı tatlı gülümsüyor yağan yağmura rağmen mutlu halinden.
 


 Bahçeyi biraz dolaşınca leylak ve ıhlamurun da aynı hazırlıklara çoktan başlamış olduğunu fark ettim. Hatta leylak sanki bademden kapacak bu sene birinciliği gibi görünüyor.


 Son 2 fotoğraf ise gül ve papatyalardan... Gül yeni sürgünleri ile merhaba derken papatya da artık sonbaharın son çiçeklerinden midir ilkbaharın ilklerinden mi bilinmez çiçeğini açma telaşında...

Doğa bu her zaman hazır vermeye. Ne güzel.

Arkadaşım Badem Ağacı


Sen ağaçların aptalı 
Ben insanların 
Seni kandırır havalar 
Beni sevdalar 
Bir ılıman hava esmeye görsün 
Düşünmeden gelecek karakış.. 
Açarsın çiçeklerini .. 
Bense hayra yorarım gördüğüm düşü... 
Bir güler yüz bir tatlı söz.. 
Açarım yüreğimi hemen 
Yemişe durmadan çarpar seni karayel 
Beni karasevda 
Hem de bilerek kandırıldığımızı 
Kaçıncı kez bağlanmışız bir olmaza 
Koş desinler bize şaşkın 
Sonu gelmese de hiç bir aşkın 
Açalım yine de çiçeklerimizi 
Senden yanayım arkadaşım 
Havanı bulunca aç çiçeklerini 
Nasıl açıyorsam yüreğimi 
Belki bu kez kış olmaz 
Bakarsın sevdan düş olmaz 
Nasıl vermişsem kendimi son sevdama 
Vur kendini sen de bu güzel havaya


Aziz Nesin



21 Ocak 2012 Cumartesi

Köyde bir pazar sabahı

Yaşasın yine pazar geldi, sabah köyde uyanmanın, güneşi üzerime doğurmanın vakti geldi. Önceleri eşim fark etti, ben o zamanlar daha şehri özleme telaşındaydım sanırım, sabahları daha net uyanıyor insan köyde. Nasıl net, yani biraz daha zinde, biraz daha dinlenmiş, biraz daha farkında sanki varlığının... Şehir gürültüsünden, hava kirliliğinden uzakta olmanın bir getirisi olabilir bu. Ya da gündelik telaş beklentisinin azlığından olabilir.

Köy benim için bir anlamda mahrumiyet bölgesi, dağ başındayım, atlayıp gitme imkanım yok, vasıta yok. Ama işte sanırım bu sebepten, içimdeki "yetişme" hissini bitirebildiğim zamanlarda dingin bir huzur da getiriyor.

Kışın bu vaktinde bahçede bir iş kalmadı haliyle, belki biraz ot bulunup toplanabilir, biraz ısırgan biraz da iğnelik. Yapılacak işler biraz temizlik, bir iki tencere yemek, bir de sobaya odun atmak... Onun dışında mırıl mırıl bir gün işte... Oğlumun kazağı bitti, yoğun istek üzerine 2. battaniyeye başladım. Artık yünleri değerlendirme projesi olarak başlayan ilk battaniyemiz çok keyifli bir sıcaklık oldu evde, bir tane de köye lazım haliyle... 3-5 artık yün birikmiş ama daha çok yeni alınacak, çare yok, istek çok. Bir fotoğrafını çekip koymalıyım buraya ilk battaniyenin biliyorum. Kısmet...

İstanbul'dan buraya göçtüğümüzde bize imrenen çok arkadaşımız oldu. Biraz da gururla anlatıyorduk o sıralar maceramızı, aradan 8 seneden fazla zaman geçti İzmir'e yerleşeli, köydeki evin mazisi de 3,5 yıla geldi sanıyorum. Oğluşun okulu ile gittikçe kısalan vakitlerde kalabiliyoruz köyde, ama gittikçe daha saf, daha yürekten oluyor bu süreler.

Artık çaydanlık sobanın üstünde, çamaşırlar telinde asılı, hala vazgeçemediğim/ vazgeçemediğimiz laptop'umuzdan müzik çalıyor, oğlum resim yapıyor masada, ben de elimde şişler örgü örüyorum. İşte ortalama bir pazarımız böyle geçiyor. Açık mutfağın nimetleri, bir yanda tıkırdayan tencerenin sesi, belki bir yanda cama konan bir kuşun cıvıltısı oluyor.

Babamız hasatta, zeytin topluyor, heyecanla bekliyoruz yeni yağlarımızı tatmak için. Her sıkılan partiyi özenle tadıp sınıflıyoruz beraberce...

Şubat tatili de geldi, biraz daha uzatabileceğiz keyfimizi bu hafta, birkaç gün hasata da gideriz oğluşla, yardım ederiz babamıza... Ne güzel...


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...